23 Kasım 2013 Cumartesi

DERSHANELER KAPATILIYOR MU?

 
Geçtiğimiz haftanın en öne çıkan gündem maddesi kuşkusuz dershaneler konusu oldu. O kadar çok yorum yapıldı, yazıldı, konuşuldu ki. Diğerlerini bir kenara bırakıp konunun birinci mağduru durumunda görülen Fetullah Gülen ne demişti hatırlayarak yazımıza başlayalım;
 
"Günümüzde rüzgarlar biraz muhalif esiyor" "Siz doğru yolda yürüdüğünüz halde bir kısım her şeyi kendine, benliğine bağlamış, dünyevi çıkarlara bağlamış, şöyle böyle dünyadan değişik şeyler kotarmaya bağlamış insanlar sizin aleyhinizdeyse şayet hangi zihniyette hangi düşüncede olursa olsun isabetli bir yolda yürüyorsunuz demektir. Firavun aleyhinizdeyse doğru yolda yürüyorsunuz demektir, Karun aleyhinizdeyse isabetli bir yolda yürüyorsunuz demektir. Samiri ve Karun ikisi de İsrailoğulları'ndandı. Samiri de aleyhinizdeyse isabetli bir yolda yürüyorsunuz demektir." Söylemlerinde bu dönem boyunca "sabır" telkin etmek de vardı.
 
Bugün sosyal medyada sabırlı ve hak arayışı dilinde bir çok paylaşımlar gördük. Bunlardan biri de  hastagı idi. Cemaate yakın kişiler gibi cemaatle alakası olmayan kişiler de başlık altında paylaşımlarda bulundular. Gerek cemaat medyası gerek sosyal medyada hükümetin dershane uygulamasına aleyhte ciddi bir karşı propaganda gün itibariyle sürmekte. Eğitime destek veren her eylemin yanında olmalı. Bugün AKP cemaat ters düşer yarın uzlaşır ayrı mesele. Sadece tek bir doğru vardır. O da demokratik bir ülkeden bahsediyor isek (ki ne tarafta yer alırsa alsın aksini söyleyeni duyamazsınız, memlekette herkes demokrat) teşebbüs hürriyetine ket vurarak demokrasiden bahsedemezsiniz. Tarafların fikrini almadan oturmuş yerleşmiş kurumları yerle bir edemezsiniz. Edersiniz etmesine ama kamuoyunun vicdanı sızlar. Dershaneler cemaate farklı şekilde hizmet ediyor olabilir. Bu doğrultuda bazı kesimler sırf cemaat en çok ses veriyor diye sessiz kalmakta. Haksızlığın kime yapıldığının önemi yoktur. Yanlış olup olmamasının önemi vardır. Bir gencin bile eğitimine katkı veriyor, yolunu aydınlatıyorsa o yolu karartmak insafsızlıktır. Dershaneler yoluyla çok başarılı gençlerin yurtdışına burslu gönderildiklerine şahit oldum. Dershanelerin sınavlarında dereceye girenleri ücret almadan kaydetmesi bile bir katkıdır.
 
Eğitim sistemimiz ne yazık ki etkin ve tıkır tıkır işleyen bir seviyeye gelememiştir. Bu kadar sıkıntının dile geliyor olması, sistemin hastalıkları olduğu ve tedavisinin yapılamadığı yada yanlış tedavilerle iyice içinden çıkmaz hale geldiğinin göstergesidir. Öğretmenlerin atanamaması, öğrencilerin sınavdan sınava yarış atı gibi koşturulmaları, öğretmenlerin gelişim ve performanslarının kendi insaflarına kalabildiği, bir yabancı dili akıcı şekilde konuşamadan üniversite mezunu olunan bir ülkeden bahsediyoruz. Daha fazlasını da sayabileceğimiz aksaklıkları göz ardı edip eğitim sisteminin sancısı, (günah keçisi gibi) dershanelerdir demek gerçekçi bir yaklaşım olmaz.
 
Diğer yandan dershanelerden vergi alınmaktadır. Gerek dershane yönetimi, gerek eğitmenler gerekse öğrenciler vergi ödemektedir. Dershaneler okulda bir nedenle başarı düzeyi geri kalmış öğrencinin telafi sistemidir. Dershaneler 35-40 kişilik sınıflarda eğitim gören çocuk ve gençlerin daha daraltılmış sınıflarda eğitim teknikleri gelişmiş uzmanlarca desteklenmesini de sağlar. Dershaneler eğitim rehberliği de vermekle çocuğun/gencin eğitim kariyerlerini planlamalarında rol oynamaktadır.
Dershaneleri kapatmak o boşluk kapanmadığı sürece başka akış yolları bulup kontrol dışı şekilde yeni biçimlere yol açabilir. Boşluklar bir şekilde dolar.
 
Peki dershane sistemi kusursuz mu? Elbette değil. Ciddi denetimler yapılmalı. Gerek fiziki şartları, gerek eğitimin akreditasyonu, gerek müfredatı, gerek liyakatı ile ilgili düzenlemeler yapılmalı. Ama dershaneleri kapatmak mevcut sistemde faydadan çok zarar getirecektir. O zarar da en çok orta gelirli ailelerin çocuk ve gençlerine dokunacaktır.  
 
Başbakan Erdoğan bu konuda çok kararlı konuştu. Ancak (yılların siyasetçisi değiliz belki ama) biraz kafa yorup dışardan bakıp parçaları birleştirdiğimizde, Cemaatin AKP'nin bir hassasiyetine dokunduğu ve dershane konusunun buna karşı bir hamle olabileceği akla geliyor. Bu argüman doğru ise doğal sonucu olarak dershane konusu rafa kalkacak, sessizce kapanacaktır. Diğer taraftan MEB'nın bu konuda çok fazla öne çıkmaması teknik gerekçeler sunmaması da bu argümanı destekliyor düşüncesindeyim. Aynı doğrultuda eğer cemaatin yumuşak karnı dershaneler değil de pastaneler olsaydı bu hafta herkes pastaneleri konuşmuş olabilirdi.
 
Diğer seçenek AKP'nin tarafları üzerinde bir uzlaşmaya varmaksızın, dershaneleri gerçekten kapatmak istemesi. Seçimler yaklaşırken AKP'nin cemaat desteğini kaybetmeyi göze alması eşyanın tabiatına aykırı gibi geliyor. AKP'nin iktidar bulutlarının arasından bakıp her şeyi ufalmış görmek gibi bir hata yapmayacak kadar organize ve stratejik bir politika izlediğini ve adımlarını atarken ciddi şekilde tartıp biçen bir kadroya sahip olduğunu düşündüğüm için bu seçeneği akla yatkın bulmuyorum. Sonuç olarak dershanelerin kapanması bir müddet sonra gündemden düşüp unutulacak öngörüsü ağır basıyor. İzleyip göreceğiz. Dilerim ki bu tartışmalar bir uzlaşıya bağlanır ve kazanan memleketimiz olur.
 

AHMET KAYA KAYALARA NE ÇİZDİ?

Son günlerin gündemden inmeyen Ahmet Kaya konusunu bir de ben kendi bakış açımdan değerlendirmek istiyorum. Çok yazıldı, çok konuşuldu. Devran döndü, uzaktan bakıldığında kıranlar kırılanlara döndü.

Ahmet Kaya, şu yıl doğdu, burcu şudur, şunlar başına geldi yazacak değilim zaten bilen bilir, keza bilmeyen de öğrendi şu aralar.


Ben ve Ahmet Kaya'nın hayatlarımızın kesiştiği yıl 1980 lerin sonlarıdır. Yanlış anlamayın "Orda değildim", hayatımın akışında bu kadar yer almış olan o adamla tanışamadım da. Öğrenciyken hem çalışıp hem okula giderdim. Konserine gitmem mümkün olmadı fiziksel anlamda bir yerlerde de karşılaşmadık. Ama onunla şarkıları aracılığıyla tanıştım.

Fakülte yıllarımda Ahmet Kaya'yı bilmeyen, dinlemeyen cahil sayılırdı desem abartmış olmam. Hepimiz Ahmet Kaya dinlerdik. Kürt olmaya da gerek yoktu. Kürtlük kimliğinden ziyade 12 Eylül baskısının karşısında duran, o günkü düzene karşı çıkan bir adam olduğu algısı baskındı. 12 Eylül beraberinde neler getirdi ve neler götürdü? O başka bir yazının konusu. O'nu da yazarım kendi gözümden gördüklerimle.

12 yaşımdan beri saz çalarım. Yani Ahmet Kaya'nın babası gibi babamın da bir gün saz alıp eve geldiğinden beri. Sazla arkadaşlığım çocuk yaşta böylece başlamıştır. İlk gençlik yıllarımda sazımla Ahmet Kaya'nın "Acılara Tutunmak" şarkısını çalmayı çok severdim. "Metrisin Önü"de sevdiğim bir diğer şarkısı. "Arka Mahalle" unutursam bana gücenir. "Şafak Türküsü" en bilinen şarkılarından olmasına rağmen favorilerimden biri değildir.

1989 yerel seçimleriydi yanılmıyorsam; "Yorgun Demokrat" şarkısı DSP'nin seçim şarkısıydı. Seçim kampanya araçlarının hoparlörlerinden dinlediğimi çok iyi hatırlarım;

"Bu yolda dönenler oldu, mum gibi sönenler oldu.
Yar göğsüne baş koymadan vurulup düşenler oldu.

Bir sen kaldın geride ah akıp gidiyor hayat
Yüreğim anlıyor seni artık susma yorgun demokrat."


Aslında açık açık afişe etmeseler de milliyetçi cepheden de Ahmet Kaya şarkılarını dinleyen hatta sözlerini ezbere bilen arkadaşlarım vardı. Yok derlerse Başbakan'dan esinlenip ben de "Ulan dinliyordunuz" demezdim ama bıyıklı olsam bıyık altından gülümserdim. Ahmet Kaya'nın sesi ve yorumu kendine hastır. Eskilerin nev-i şahsına münhasır dedikleri cinsten. Kendine has oluşunun altında hissedişi, içtenliği olsa gerek. Şarkılarından bize ulaşan; acısını, isyanını, hüznünü sevmek gayet doğal.  Ana dili başka da olsa bu toprakların türküsünü söylüyordu. (Bu topraklarımın türküsü söylemi hakkında başka bir zaman bir hikayemi anlatacağım.)

Ahmet Kaya'nın hayatındaki belki de en önemli dönemeç Şubat 1999'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin ödül töreninde gerçekleşti. Bu arada 2013 yılındaki diğer bir dönüm noktası da Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünün müzik alanında Ahmet Kaya'ya verilmesi oldu. İşte geçtiğimiz günler boyunca bu dönüm noktalarını konuştuk durduk. Daha da çokça 1999'u. O törende bulunanlar şu günlerde hedef oluverdiler. O denli ki keşke gitmez olsaydık diyenleri bile olmuştur. Başbakan Erdoğan, oraya gidip de Ahmet Kaya'yı protesto edenleri geçen Salı günü grup toplantısında köşeye yatırdı. Haklı aslında ama Başbakan yüksek bir makamdan söyleyince uykusu kaçanları bile olmuştur. Ahmet Kaya'nın kaç geceler uykusunun kaçtığını tahmin etmek zor olmasa gerek.

İşin garibi oradakilerin çoğu politika siyaset dışında kimseler. Muazzez Ersoy örneğin, o dönemler sıklıkla Polis Gecelerinde şarkı söylemesi dışında Devletle siyasetle mesafeli olduğunu şarkıları ile anılmayı yeğlediğini biliriz. Serdar Ortaç ağzı laf yapan biridir ama o gecenin öncesinde siyasi bir duruşunu gördüğümü hatırlamıyorum. Sahnede değil de salonun bir yerlerinde gördüğüm Savaş Ay ve sahnede "Memleketim" söyleten Reha Muhtar hariç pek siyasete dair laf söylemiş kişiler yok orada. Mahsun Kırmızıgül "Güneşi Gördüm" filmi ile çok can alıcı bir konuyu ele almış Kürt geleneklerine aile yapısını ve Avrupa'ya göçlerini işlemiştir. Ama sahneye çıkıp savunacak denli bir siyasi duruşunu varsa da bilmiyorum Savaş Ay, Ahmet Kaya'nın yanında duruyor. Söylenenlere göre Mehmet Aslantuğ, Kadir İnanır gibi bazı isimler Kaya'nın zarar görmesine engel olmaya çalışmışlar. Garsonun biri gazete gibi bir şeyle Kaya'yı kaşık çataldan korumaya çalışıyor. Ahmet Kaya'yı korumaya çalışanlar da var ama açık seçik bir şey var ki, kalabalık galeyana gelmiş Ahmet Kaya'yı orada istemiyorlar.

Kitle genel olarak 12 Eylül'ün depolitize ettiği yığınların bir numunesi gibi aslında. Yaşananlarda o günün popülaritesi olan bir zihniyet hakim. Serdar Ortaç bu konuda haklı, o günler Kürtçe şarkı söylemek konusu bir tabuydu. "Kürtçe merhaba bile denemezdi" diyor. O yıllarda bir Onuncu Yıl Marşı söyleme harekatı yaygındı. Kenan Doğulu Marşı albümüne durduk yere koymadığı gibi Serdar Ortaç da durduk yere bir anda icat edip de söylemedi elbette. O günün değerleri ve çoğunluğun söylemi böyleydi. Ve medyanın güçlü sesiyle de desteklenmekteydi. O günün gerçeğini göz ardı edemeyiz.

Kıyılarda yürümeyi sevmeyenler için ortalarda yer almak herkesin yaptığını yapıp, herkesin söylediğini söylemek güvenli bir yoldur. Bugün "Beraber yürüdük biz bu yollarda söylemek" nasıl masumsa o zaman da "Memleketim" söylemek masum bir şeydir. Reha Muhtar'ın keskin zekasıyla 10.Yıl Marşını değil de "Memleketim" şarkısını sahiplenmesi bundan olsa gerek. Basından takip ettiğim kadarıyla "Ben ortamı yumuşatmak için "Memleketim" şarkısını söylettim" demiş. Oysa 10. Yıl Marşı da bizim topraklarımızın gerçeği. Yeni devletin ilk on yılının icraatlarını içeren bir marş. O dönemlerde Marş söylemek pek çok ülkede de olağan bir şeydir. Yani kabahat marşın kabahati değil. Şimdi bir de marşa cephe almamalı. Yaşanmaması için yaşananlardan ders almak gerek.

Bir blog yazarı yazmış "1999 Ahmet Kaya hain ilan ediliyor, 2013 Kahraman". Bana kalırsa Ahmet Kaya ne hain ne kahraman. Ülkenin tarihi ile paralel göz önünde bir hayat yaşayan içimizden bir adamdı. Çok renkli Anadolu kilimi gibi memleketimizin bir rengiydi O da. Ülkelerin kaderi insanların yaşamlarını şekillendirmiyor mu? Farkı şarkıları ile yaşadığı dönemin duygularını kayalara çizdi. İnsan, yaşamanın, karnını doyurmanın dışında bir ses vermek, varlığını evrene duyurmak da ister. Bazılarında bu yön daha baskındır. İz bırakmak arzusu, yeni bir şey de değildir; aksi halde mağaralarda kayalara resim çizen adamlardan o günlere dair şeyleri öğrenememiş olurduk.

Ülkesinin çelişkilerine duyarsız kalmayan, halkının sesine kulak veren ve acılara aracılık eden bir şarkıcıydı. Şarkılarını söyledi, yokluğu ve zenginliği yaşadı. Şöhreti de yalnızlığı da. Sevgiyi ve nefreti de. Ölümü ülkesinden uzaklarda oldu. Bu kötü son olmasa Ahmet Kaya bir sembol değil ama tarihin bir dönemini yaşayanlara bir şekilde temas etmiş biri olacak, şarkılarında yine yaşayacaktı. Şimdi tarih; değişemeyecek şekilde, kayalara başka bir resim daha çizdi. Öfkenin insanların yaşamını nasıl kararttığının resmi bu. Çirkin bir resim. O resmin Sivas ta daha yakıcı olanını da görmedik mi?

Biri suçlu biri haklı diye bir şey yok belki de. Çok yönlü bakmak lazım. Ama kesinlikle genel geçer evrensel akıl ve vicdan vardır. Bir adam o sahnede salonda tek başına ve inandığı, hayatını adadığı bir fikri savunuyor. Kimseye şiddet uygulamıyor, hakaret etmiyor. Kürt olarak doğmuş. Bir insanın her şeyini değiştirebilirsiniz belki ama ne olarak doğduğunu değiştirebilir misiniz? 12 Eylül sonrası bir çok zulüm gören olduğu gibi o da kimliği ile o günün güçlerince düşman taraf olarak sayıldı. "Ben buyum niye düşman olayım, bir durun dinleyin" dediğinde ne söylediğine değil kafalara yer eden bazı sembollerle yargılandı.

Kendimizi o sahnede, salonda Ahmet Kaya'nın yerinde bulsak belki anlayabiliriz. Ben Ahmet Kaya'yı o günde bugünde anlıyorum. Orada Memleketim yada 10.Yıl Marşı söylemenin psikolojisini de anlıyorum. Ancak kaşık çatal atanların "sen yoksun" diyenlerin davranışını insanlıkla bağdaştıramıyor ve yapanlara göz yumanlara da acıyorum.

Şimdi ne oldu biz kayalara yazılan resimlerden bir şey öğrendik mi? Şimdi de Serdar Ortaç'a şişe atanlar dönemindeyiz. Orda çatal kaşık atmakla burada şişe atmak aynı şeydir. Özünde kalabalığın gücünü arkadan esen rüzgar gibi alıp, kendi gibi olmayıp kendi gibi düşünene, kendinden farklı olana saldırmak. En kadar kolay olandır. Kalabalık onaylıyorsa hata yoktur diyebilir miyiz? Hangi taraf yapmış hangi tarihte yapmış kalabalık mıymış bunlar gerçeği değiştirmeyecektir.

Sonuç olarak benim bu resimlerden gördüğüm şey, aydın, öncü, lider vb sıfatlarla toplumun önünden gidenler sağ duyulu ve barışçı olmalı. Kendileri asla çatal şişe atmazlarsa da etkiledikleri kitleler gün olur çatal atar, gün olur şişe, gün olur otellere ateş. Memleketin sağında da solunda da olsa önde gidenlerin, siyasetçilerin, akademisyenlerin, medyanın, okuyup yazanların, kısaca aydınların; sorumlu davranması ve gelecekte kayalara çirkin resimler yerine güzel resimler çizilmesi için gayret sarf etmeleri gerekir.

23.11.2013
Kelebeğin Kalbi


 

 

16 Kasım 2013 Cumartesi

Gitmesen.Gitme Sen. Murat Güloğlu


" Seni bilmediğin dillerde konuşarak seviyorum..."

O bir Haber Spikeri ve Program Sunucusu. "Hiç kimseye eyvallahı olmayan, içi dışı bir, Evinizin Oğlu Murat Güloğlu" olarak tanıttı kendisini bizlere ve çok kısa bir sürede bütün evlerde kabul gördü. Şimdi ona gittiği her yerde "evimizin oğlu" olarak hitap ediliyor. Yaptığı haber programında ortaya koyduğu stil sahibi sunum ve üslubuyla, kısa zamanda ilgi çekti ve televizyon izleyicisine farklı bir alternatif yarattı. O hep farklı olmaya, farklı kalmaya, haberi sevdirmeye devam edecek...

Yaptığı programda sürprizlerle dolu olan Evinizin Oğlu, şimdiyse hiç görmediğiniz bir yönünü sizlerle paylaşıyor... Şiirleriyle... Ekranın dinamik habercisi Murat Güloğlu, elinizde tuttuğunuz bu kitabında yüreğini döktüğü dizelerinde, kalbinize belki de yalnızlığınıza dokunacak.

Bu "Haberci Adamın şiirlerini okudukça, onunla aslında aynı kişi olduğunuzu bir kez daha anlayacaksınız. İyi okumalar.
(Tanıtım Bülteninden alıntı)

Ben de Murat'ı severek takip eden bir ablası olarak kitabın tanıtımına bir katkı verdiysem ne mutlu bana. Televizyon ekranının sıcak, yakışıklı, dinamik, sözünü esirgemeyen bu aydınlık yüzünün, başarıları artarak hep sürsün temennilerimle.

Nesrin Canan - Kasım 2013




14 Kasım 2013 Perşembe

KIDEM TAZMİNATI KALKIYOR MU?

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, gündemdeki Kıdem Tazminatı Kalkıyor mu konusu ile ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamasında " Kıdem tazminatını kaldıralım diyen yok. Uygulamadaki sıkıntılara nasıl çözüm buluruz çalışmaları yanlış yönlere çekiliyor" demişti. Halkın gerçek gündeminde ciddi yeri olan bu konuyu kendi bakışımdan bir de ben masaya yatıracağım. Konunun o kadar çok yönü var ki, bir yazıya tüm yönlerini sığdırmanın kolay olamayacağı aşikardır. Elimden geldiğince hem iş gören hem işveren hem devlet yanından bakmaya ve ana başlıklarını dahil etmeye çalışacağım.

Yıllar boyunca, iş hukuku ve işçi işveren ilişkileri üzerinde çalışmış biri olarak mevcut uygulamanın tam bir karmaşa olduğunu söylemek isterim. Bakan Çelik uygulamadaki sıkıntıları dile getirmekte yerden göğe kadar haklı. Yazıyı sonuna kadar okursanız bu düşüncemin gerekçelerini göreceksiniz.

Kıdem tazminatı açısından mevcut duruma baktığımızda, Türkiye’de 4857 sayılı İş Kanunu'na tabi çalışanlar, Basın-İş ve Deniz –İş Kanunlarına tabi olarak çalışanlar var. 457 sayılı devlet memurları kanununa tabi çalışanları yazımın dışında tutuyorum. Zira orada kıdem tazminatı alamama durumu söz konusu değil. Kıdem tazminatı konusunun sorunlu ayağı asıl özel hukuk kapsamına dair çalışanları kapsamaktadır.
Kıdem tazminatı basit bir tarifle; işten çıkarılan çalışanın, işyerinde çalıştığı her tam yıl için 1 brüt ücreti tutarındaki meblağdan damga vergisi kesintisi tutarı (0.00759) düşüldükten sonra kalan net tutar kadar iş görene ödenmesi gereken bir menfaati ifade eder.
Örneğin, aylık brüt ücreti 2.000.-TL olan bir çalışan koşulları sağlıyorsa çalıştığı her tam yıl için  1985.-TL kıdem tazminatı almaya hak kazanır. Tam olarak 5 yıl çalışıldığını var sayalım. İş görenin toplam 9.925.-TL alması gerekir.

Aynı işverende 1 yılını doldurmayan bu tazminatı almayı hak etmez (aynı işverenin farklı işyerinde çalışmak hakkı kaybettirmez) ve 1 yıldan sonraki tam olmayan aylar kıstelyevm usulü ile kısmi şekilde alınır.
Yukarıda belirttiğim "işten çıkarılma" kriterine dikkat çekmek isterim. Kıdem tazminatı hak etmenin ilk koşulu bir kusuru olmaksızın işveren tarafından işten çıkarılmış olmaktır. İstisnai olarak, bazı hallerde iş görenin kendi ayrılması halinde de kıdem tazminatı alma hakkı doğmaktadır. İş görenin;
1- Emekli olmaya hak kazanmış olarak işten ayrılmak istemesi,
2- Evlenen kadının evlilik tarihinden itibaren 1 yıl içerisinde işyerinden ayrılmak istemesi ( evlilik tarihinden kastedilen nikah tarihidir. Düğün tarihi ile nikah tarihi farklı ise, nikah tarihi esas alınır)
3- Askerlik görevi nedeniyle iş görenin işyerinden ayrılması.
4- 15 yılını dolduran 3600 gün prim ödemiş olan iş görenin işten ayrılmak istemesi,
5- İş gören tarafından sağlık ve iş yerinde işin durması gibi haklı sebeplerle ayrılmak istenmesi,
6- Ücretin takip eden ayın 20. gününe kadar mücbir bir neden olmaksızın ödenmemesi.

Bu hususlar kıdem tazminatı uygulamasının abc sidir. Gel gelelim yazılı olmayan o kadar fazla unsur ve aksaklıklar mevcut ki kıdem tazminatı konusu ağrıyan bir diş gibi çözüme kavuşmadan ne iş görenin ne de işverenin rahat uyku uyumasına fırsat vermeyecektir. Biz ağrıyan diş ile bir ağrı kesici alıp bir şekilde hayatı sürdürmeyi denedik. Ancak bu konu iş yaşamında ciddi bir yara haline gelmiştir. İşverenler kıdem tazminatı ödememenin taktiklerini geliştirmede ciddi performans sergilerken çalışan tarafı da aynı şekilde bir bilene sora sora bitap düşmektedir. Bir işe yarayan tarafı herkesi iş mevzuatına yakınlaştıran bir konu olmuştur. Kitaplar okunur, bilenlere sorulur. İş gören ile işveren arasında iş barışını sekteye uğratacak denli yorucu bir konu olup gündemin ortasına oturmuştur.

Ülkemizde ölçeği ne olursa olsun kurumsal nitelikte olan, işlerini yasalara ve emeğe saygılı yürüten işverenlerin olduğu kadar ne yazık ki yükümlülüklerinden kaçınmak için çeşit çeşit yollar deneyen işletmelerin fazlaca olduğu gerçeğini inkar edemeyiz.

Şimdi gelin kıdem tazminatının mevcut halinde karşılaşılan bazı aksaklıkları sıralamaya çalışalım.

1- Alınamayan tazminatlar için açılan davalar yargı sisteminde büyük bir yük oluşturmakta. Konu gereksiz yere, İşçi-İşveren-Yargı üçlüsünü meşgul etmektedir.
2- İşverenlerin mütemadiyen kıdem tazminatı yükünü takip etmesi, özellikle de bir mücbir nedenle toplu çıkış yapılması gereğinde bu yüke hazırlıklı olmayı gerektirmektedir.
3- Bazı işverenler, kıdem yükünden kaçınmak için taşeron çalıştırma örneği gibi muvazaalı yollara yönelmektedir.Sözleşmelerde kıdem yükü taşeron firmaya işin bedeline bir miktar para ilave etmek suretiyle devredilmekte ve bu yolla yükten kaçınmaya çalışılmaktadır. Taşeron çalıştıran şirketler kıdem tazminatı ödememek için 1 yılı doldurmadan iş görenleri yenileri ile değiştirmek yoluna bile baş vurabilmektedirler.
4- Kıdem tazminatını alamayan iş görenlerin başvuruları, Bakanlık müfettişleri ve personelinin de mesailerini artırmaktadır.
5-Çalışan, işten ayrılıp ta ki parası eline geçene kadar bir rahat uyku uyuyamamakta "Alacak mıyım, mahkeme yoluyla mı alırım, hadi alamazsam" kaygılarıyla önünü görememektedir. İşveren eğer bir çalışanı tazminat ödemeden çıkarmış ise bu durum her halükarda duyulmakta ve diğer çalışanları işyerinden soğutmaktadır. Sistem, çalışan ile işvereni bir satranç oyunu içine sokmaktadır.
6- Kimi işverenler ücretleri eksik bildirdiğinden yollar ayrıldığında çalışan eksik ödenen tazminatla ilgili de yasal yollara müracaat edebilmektedir. Başka bir gerçek de iyi niyetli olmayan bazı işverenlerin işten çıkarılanla pazarlık yapıp "Gel 4000 TL ye bağlayalım bu işi" gibi uygulamalara gittiğine de rastlanmaktadır.
7- Daha ziyade ufak ölçekte işletmelerde, işveren tarafının iyi bir planlama yapamaması ve üzerinde olan bu yükümlülüğü ifa etmesi gereken zamanda hazırlıklı olamaması riski de olduğu bir gerçektir.
8- Bazı işverenler, kendi işten çıkarmalarında çalışana  kıdem tazminatı hakkı doğduğundan, iş görene işkence boyutuna varan mobbing uygulamaları sergileyebilmektedirler. Kazanılan ekmek iş görene zehir olmaktadır. Çalışanın, kişiliğine, onuruna farklı yollarla saldırıp, yıldırıp işten ayrılmaya zorlamalar yaşanmaktadır. Ayrıldığı işyerini Bakanlığa şikayet eden yada mahkemeye veren çalışan yargı yoluyla zorlu uğraşlar sonucu alacağını almaktadır. Ancak bir sonraki iş arayışında haklı da olsa "kötü adam" olup referans kontrolünde takılıp kalmakta ve yeni iş bulmakta zorlanmaktadır.

Aksaklıkların hepsini sıralamak burada mümkün olmayabilir. Ancak şunu belirtmek isterim ki; korkulduğunun aksine "kıdem tazminatı fonu" uygulaması bir çözüm olabilir.

İş görenin kazanılmış hakları gözetilerek, kesintilerin mevcut haklar oranında bir birikim yaratması ve getirisinin azalmadan korunması, fonun değerlendirme metodu üzerine çalışılarak fon uygulamasına gidilmesi bir çözüm olabilir.

İşin diğer bir boyutu da işverene çalışan bağlılığı yaratan kıdem tazminatı, eğer kıdem yükünün yönetimi devlete bırakılırsa ortadan kalkacaktır. Bu kısmında benim yorumum işverenlerin çalışanlarını kendinde tutmak için daha etkin başka yollar bulması ile çözülebilir. Bireysel emeklilik, özel sağlık sigortası, ikramiye benzeri bazı ek menfaatler ile en önemlisi çalışanı mutlu etmek kavramı öne çıkarak olumlu sonuçlar doğuracaktır.

Bu arada konu üzerinde çalışılırken üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken bir diğer konu da tazminat alma unsurlarının yeniden gözden geçirilmesidir. Askerlik ayrılığında olduğu gibi bebeği olduğu için işten ayrılan, ailesinde bir hastaya bakmak için işten ayrılan vb genel kabul gören bir zorunluk sonucu işten ayrılanların da kapsama eklenmesi olumlu olacaktır.

Sonuç olarak kıdem tazminatı kalkmamalı. Bakan Çelik'in dediğine göre kalkmıyor da. Ancak kesinlikle yeniden düzenlenmeli. Şu anki hali ile ağrıyan bir diş gibi zonklamaktadır.



13 Kasım 2013 Çarşamba

Habertürk TV Prime Time'da Balçiçek İlter mi Didem Arslan Yılmaz mı?

Habertürk TV prime time kuşağını bu yayın döneminde Balçiçek İlter'e emanet etmişti. İlter'in sunduğu "Söz Sende" bir süredir hafta içi 4 gün boyunca kanalın akşam kuşağında yer aldı.

11 Kasım 2013 Pazartesi İlter twitter hesabından eski saatine geri döndüğünü duyurdu.

@Balciceki Eski saatime “büyük mutlulukla”dönüyorum… :) #sözsende pazartesinden itibaren haftanın beş günü saat 17.05′te @HaberturkTV de, beklerim:)

Çok isabet olmuş. Balçiçek İlter'in gazeteciliğine lafımız yok, birebir konukları ile de sohbetlerini keyifle izliyoruz. Ancak Didem Arslan Yılmaz'ın modere ettiği Türkiye'nin Nabzı prime time kuşağı ile daha fazla örtüşüyor. Yılmaz gayet başarılı.

İzleyici olarak bu yeni durumun gayet rasyonel olduğunu düşünüyorum. Demek ki onlar da görmüş olmalı ki İlter ile olmuyor. Birden fazla konuğu olan tartışma programı tarzı yönetimde İlter'i başarılı bulmuyorum. "Bu sizi mutsuz mu ediyor" demek ve sağ tarafa gülümsemek dışında bir moderatörlük sergileyemiyor.

Bizde birisi bir alanda başarılı oldu diye her alanda başarı göstereceği düşünülüyor. Oysa herkesin farklı yetkinlikler vardır. Kimi tek başına saatlerce konuşup bıktırmadan dinletebilir, diğeri iyi yazar, diğeri iyi dinler, diğeri iyi savunur, diğeri iyi soru sorar, diğeri iyi yönetir.

Bir yanlış karardan dönmeleri isabetli olmuş.

Medya Karnesi. Kasım 2013

12 Kasım 2013 Salı

2014 YEREL SEÇİMi ÖNCESİ CHP

Yerel seçimler önümüzdeki yıl 30 Mart 2014 tarihinde gerçekleştirilecek. Geriye sayım başladı. Meclis te yeterli oy bulunsa idi AKP'nin önerisiyle 27 Ekim 2013 yapılacaktı. Kimin karına olacağını zaman gösterecek.

Aday adayları yavaş yavaş açıklanmaya başlandı. Eski futbolcu Tanju Çolak'ın İzmir Urla'dan AKP aday adayı olduğunu öğrenmiş olduk.

Mustafa Sarıgül ve Gürsel Tekin geçen pazar resmen İstanbul Büyük Şehir Belediyesi aday adayı oldular.

Seçimler yaklaşırken CHP'nin halkın tarafından nasıl göründüğünü burada sık sık yazacağım. Buradan bir ayna tutmak istiyorum. Gözlemlerimi bir yetkiliye anlatmak istedim ancak enteresan şekilde kimseye ulaşamadım. Bari web sitelerine göz atayım dedim. O sırada bir form dikkatimi çekti. Ne güzel CHP yeni katılım ve gönüllü destekler için teknolojiyi devreye geçirmiş derken tespit ettiklerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

CHP AK Partiye karşı ittifak daveti ifade eden "Herkesin CHP'si " sloganını kullanıyor. Ne kadar içi dolu o kısmı tartışılır. Aileden atadan bir CHP'li olan ben bile CHP'yi kendime bu kadar uzak hissederken diğer görüşlerden CHP'ye bir sempati olabileceğine inanmak hayalperestlik olur.Anlattıklarım buz dağının küçücük parçaları ama okumaya devam ederseniz hayli fikir verecektir.

CHP'nin web sitesinde "Takıma Katılın" adlı bir portal var. Tıkladığınızda partiye üye olabiliyor, gönüllü destek vermek için yada bir uzmanlığınız var ise destek olabileceğinizi bildirmek amacıyla bu online başvuru formunu gönderebiliyorsunuz. Buraya kadar her şey normal ama normal olmayan 3 şey var. Şöyle ki;

1- Formlardan Gönüllü Olmak için doldurulanda 2 tane referans isteniyor. Formun halini resimde
göreceksiniz. Ne kadar saçma bir uygulama, ajan mı aralarına girer diye referans isteniyor? sorusu geliyor akla. Diyelim ki gönüllü aday adayı referans veremedi gönüllü olamıyor mu? Ya da verdiği referansları arayıp gerçekten onay alıyorlar mı? Hadi aradılar referans olumsuz feedback bildirdi diye kişi gönüllü olamıyor mu?

2. Bu konuda "bize her konuda yazabilirsiniz" açıklaması ile bir CHP web mail adresi var oraya yazı yazdım. Ne okuyan ne de geri dönüp bir cevap veren oldu. Madem sorulara cevap veren yok ne diye "bize her konuda sorularınızı yazın" deniyor.

3- Bu konuda Emrehan Halıcı'ya bile yazdım. Çünkü kendisi web sitesi ve e-uygulamalar da dahil teknolojiden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı. Ondan da bir cevap gelmedi. Seçmenlerin gönüllü olup partiye destek vermelerine dahi dönüp bakmıyorlar ise ben artık orada organize bir kurum olmadığını ve muhatap bulunamadığını iddia edebilirim.

Bu ufak tefek gibi görünen detaylar, partinin organizmasından alınmış bir numunenin tahlilini verir. Parti dışardaki biri için bu kadar ulaşılamaz, muhatap bulunamaz bir hale gelmiş ise etkin yönetilemiyor demektir. Eğer parti biz bize yeteriz, babadan oğula/kıza geçen bir kulüp mantığı ile ilerliyoruz diyorsa sözüm yok ama iddia edilen "Herkesin CHP'si" ise bu söylemle ancak kendinizi kandırırsınız.

CHP gibi köklü kurumlarda değişim kolay olmayacaktır. Hep denizaltının yönünü değiştirmek örneğini veririm. Bu web sitesindeki form da değişmesi gereken eski geleneğin bir kalıntısı gibi oradan öylece bakıyor.

CHP'nin Halk'tan uzaklaşmasına aslında üzülüyorum. Kılıçdaroğlu'nun "Ben de olsam CHP'ye oy vermem" dediğinde anlatmak istediği toplumda bir şeyler kazanmış, sınıf atlamış algısı ile topluma yansıyan CHP algısı. O söylemini duyduğumda mutlu oldum. Umarım bunu söyleten o sesi izlemeyi sürdürür.

"Deniz Baykal yaşlanıyor artık" "CHP yönetimi dinazorlaşıyor" vb konuların yazılıp çizildiği bir dönemdi. Sayın Baykal bir yarış arabasının direksiyonuna geçmişti. Hala genç olduğunu vurgulamak istiyordu. Basın hayli ilgi gösterdi. İzleyen çoğumuzun kafasında o fotoğraf  bir algı olarak yerleşti. Partinin kucaklayan bir resme ihtiyacı olduğu bir dönemde kendi imajını daha çok önemsemesi olarak yorumladım. Keşke bunu yapmak yerine gidip Yüksel Caddesi'nde simit yeseydi" diye düşünmüştüm.  Sosyal medya gibi Görsel Medya'da çok etkili ve çok şey ifade ediyor. Başbakan, Cuma namazı sonrası bilinçli olarak orada bulunanlara, gazetecilere simit alıp kendisi de yiyor. Sade vatandaş evinde neler yediğine kafa yormuyor. Öne çıkan Erdoğan ve simit eşleşmesi. Bu halka yakın bir imaj olarak beyinlere yerleşiyor. Artık imaj her şey demek. Kendinizi nasıl tanımladığınız değil dışardan nasıl algılandığınız önemli.

Ufak tefek de olsa bütün sorulara cevap verilebilmeli. Arayan bir gönüllünün ulaşmasına yolları kapatmasalar eminim daha organize olmak için gereken bir insan kaynağı oluşturulabilir.

Sandıkta işte o bulunamayan cevaplar, boşluklar, soru işaretleri kendi kendine cevap buluveriyor. Umarım CHP söylemlerinin içini doldurmayı ve organize bir şekilde yönetilmeyi becerebilir.

13.11.2013







 
 

MUHALLEBİ KAFA MAKİNA KAFA JENERİK MÜZİĞİ

Şu günlerde muhallebi kafa, makine kafa jenerik müziğini söylemek için bir araya gelen Ebru Yaşar, Pamela, Model, Öykü, Ayça'yı izliyoruz. İyi güzel söylüyorlar da kocaman insanların şirinlik yapayım derken ne hale dönüştüklerine bakakalıyorum. Okan'da bir etkileme gücü ve şeytan tüyü olduğu şüphe götürmez. Kime ne dese yaptırabiliyor. "Yap de baba yapalım" Jenerik müziği için çekilen videoda da bu olmuş. Kızlar daha sempatik daha eğlenceli görünmek için kıyasıya yarışıyorlar.

Ama ben size söylüyorum. Bir gün gelecek eski Yeşilçam filmlerinde geniş paçalı pantolonlu kafa sallayan gençleri şimdilerde nasıl gülümseyerek izliyorsak ilerde bu görüntüleri de aynı hisle izleyeceğiz. Jenerikteki tatlı hanımlarımız da kendilerine ya Okan'ın aklına uyup ne hallere düşmüşüz diyecekler.

13.11.2013

ANADOLU'DA BİR SABAH -1-

 
Yerlerden Anadolu, mevsimlerden bahar, günlerden bir bayram sabahı. 23 Nisan 1975.
Anadolu'nun bozkır topraklarına güneş, bulutların arkasından ürkekçe göz kırpmakta.
Anadolu aynı Anadolu. Geleneğine bağlı, sade hayatlarını süren, acelesi olmayan insanların diyarı.
Anadolu homojen bir kültürün baskınlığını ifade eder. Orada yaşayanlar çok aşırı renklerden ziyade daha kamuflaj renkleri seçerler. Doğanın renkleri en iyi ifade edendir onları. Gecenin karası, toprağın kahverengisi, ağacın yeşili, bulutun grisi olsa olsa bir gelinlik kıza yakışır gülün pembesi, kirazın kırmızısı. Renkler gibi hayatlar da benzerlik gösterir. Birbirlerine benzeyerek güvende kalırlar. O renklerin içinde farklı bir renk hemen belli eder kendini. O diyarlarda dışardan gelenler kolayca fark edilir ve karışmadan sessizce izlenir. İçlerine dahil etmezler herkesi, değişimi kolay benimsemez ama içlerine aldıklarında ise candan kabullendikleri de başka bir konudur. Bu konu hakkında uzun uzun yazılabilir.
İnsanlarının paylaşmayı da sevmeyi de bildiği, kimsenin yok olmasına izin vermedikleri anaç topraklarında kışlar baharlar gelir geçer. Şey'ler ise pek fazla değişmez. Şakalar bir asır aynı, düğünler bir asır aynı. Yemekler, sohbetler, eşyalar, giyim kuşamlar.
Berber dükkanlarında erkekler ortama sessizlik verip radyodan ajans dinlerler. Güreş hala sevilen spordur. Çocuklar her yer gibi orada da dondurma severler. Anneler her yer gibi orada da en çok çocuklarını düşünürler. Çocuklar umuttur. Babaanneler güvendedir, evlerin baş köşelerinde her zaman oturacak yerleri vardır. Orada kimse sokakta kalmaz, herkes için açılacak bir kapı vardır.
Kışlar zordur Anadolu'da. Kışa hazır olmak için erkekler ayrı cephede kadınlar ayrı cephede mücadele verirler. Erişteler kesilir, salçalar kaynatılır, çeşit çeşit turşular kilerlerde kış boyu sofraları canlandırmaya hazır edilir. Tarhanalar, et kavurmaları, kurutmaların türlü çeşitleri kışı karşılamaya hazır beklerler.



Kestaneler, cevizler, pestiller, ay çekirdekleri, pekmezler. Sobalar ortaya çıkar. Soba kurmak, soba kaldırmak bir yarışın başlangıcı ve bitiş çizgisini göğüslemek gibi bir şeydir. Bahar Anadolu'da, hıdırellezdir, çiğdem toplamaktır, kapılardan dışarıya bakmaktır, sobalara veda etmektir, Bir soğuk kışa daha yenilmeden galip gelmenin sevincidir. ....
ANADOLU'DA BİR SABAH -2- Devam edecek

AKP NEREYE GİDİYOR?

Her Salı olduğu gibi Mecliste grubu olan partiler grup toplantılarını yapıyorlar.
Kanal dolaşırken ilk rastladığım MHP Grup toplantısı oldu. Devlet Bahçeli grup toplantısında Başbakan'ın Finlandiya söylemi ve ardından gelen artçı etkileri merkeze alarak gençlerin ahlaklı ve şuurlu olduklarını vurgulayarak tavrını açıkça ortaya koydu. Aslında gündemi meşgul eden kızlı erkekli meselesine ve Başbakan'ca kaynağı Denizli ilindeki bazı endişelerle başlayıp Finlandiya'daki basın açıklaması ile gündeme oturan gençlerin meşru yada gayrimeşru yaşam tarzları gündemine en sağlıklı yanıtı da Bahçeli'nin verdiği kanaatindeyim.

CHP grup toplantısında ise Kılıçdaroğlu, AKP iktidarının ülkeyi tipik bir yarı açık cezaevine döndürdüğünü belirtti. Kılıçdaroğlu ayrıca son günlerde gündemden inmeyen Adana Valisi ile ilgili olarak, Bülent Arınç'ın yerine Vali Coş'un hükmet sözcüsü yapmasını önerdi.

Hep eleştirdiğim gibi CHP kendi projelerini, kendi politikalarını anlatmak yerine AKP karşıtlığı siyasetine ısrarla devam ediyor. Halkın bu dile itibar etmediğini, AKP eleştirisi siyasetinin CHP'ye bir katkı sağlamadığını söyleyip dursak da bir işe yarayacağı yok.

Başka bir kanalda AKP Grubunun canlı yayınına geçtim. AK Partinin grup toplantısında Başbakan tezahüratlar eşliğinde gündemi değerlendiriyor. Başbakan'ın taraftarlarına etkili şekilde hitap ettiğinden şüphe duymuyorum. Söylemleri ve şiirlerle beslediği hitabı akıcı ancak çok yorgun görülüyor. Dış seyahatlerin temposu belli ki ağır gelmiş. Alevilerin Muharrem orucuna değinmesi konusunda danışmanlarından öneri gelmiş olmalı ki konuşmasının oldukça geniş bir kısmını Alevilere ayırıyor. Kürt vatandaşlarını da ihmal etmiyor. Başbakan Erdoğan, konuşmasının sonunda ünlü Kürt kökenli sanatçı Şivan Perver ile İbrahim Tatlıses'in bir konserde bir araya getireceklerini müjdeliyor.

Konuşmanın dikkat çeken bir yanı da Başbakan Erdoğan'ın birden fazla sefer 200 yıllık tarihimiz ifadesini kullanması. 200 yıl dediğine göre Cumhuriyet döneminden de önce Osmanlı'nın modernleşme dönemlerinden itibaren başlayan bir Batılılaşma ve elitizmin milletin değerlerini ifade etmediğini ima ediyor. Artık milletin söylemek istediğini kimseye beğendirmesine gerek olmadan rahatlıkla ifade edebileceği de vurguluyor.

Belli ki seçim propagandası her kesimden her yaştan dindar olanlara odaklanılmış. AKP özellikle de muhafazakar Kürt kitleyi önemsiyor. AKP oylarına yeni oyları bu kesimlerden katabileceğine inanıyor.

Üniversiteliler ve Gezi Parkı gençliği ise hala karşıya alınmış durumda. başbakan bu kesimlere aldığı tavrın hala arkasında. 180 km hızla giden otomobili sürer gibi. Bu kesimlerden karşısına çıkana aldıracağa da benzemiyor.

Türkiye 2013 yılı nüfusu 76.481.847. Kadın erkek yüzdesi birbirine oldukça yakın. Nüfusun % 50,2 si erkek,  % 49.8 kadın. Türkiye genç bir nüfusa sahip deriz. Merak edenler için yaş aralıklarına göre dağılım aşağıdaki tablodaki gibi.
Oy kullanan genç kesimi 2. satırı esas alarak değerlendirecek olursak, bu kesim, nüfusun % 11,5 luk bir kısmını oluşturuyor. Seçmen sayısı bazında ise Yüksek Seçim Kurulu Başkanı Sadi Güven'in açıkladığına göre 51 milyon 980 bin 193 yurtiçi seçmen varmış. Tüm seçmen sayısının ise  % 17 si 18-24 yaş aralığında denebilir. Yani oy kullanmaya sandığa gidecek  5 kişiden neredeyse 1'i 18-24 yaş arasındaki gençlerden oluşuyor.

Yaş Aralığı Toplam Yüzde %
18 - 22 654 761 29,6%
18-24 8 781 910 11,5%
25-30 7 521 446 9,8%
31-40 12 260 200 16,0%
41-50 9 742 348 12,7%
51-60 7 477 027 9,8%
60 + 8 044 157 10,5%
  76 481 849  

AKP Gezi eylemcisi gençleri seçim stratejisinde pek fazla bir etken olarak görmüyor yada görüyor ama değiştiremeyeceği bir etken olarak kabul edip kendi yoluna bakıyor. Oysa ciddi bir ağırlık teşkil eden bu gençlere yönelik bir seçim propagandası yürütmemeyi seçmek, 'marketing' mantığıyla bakan birisini şaşırtacaktır.

Konuşmanın çarpıcı bir yanı ise birden fazla sefer önceki 200 yıl ifadesinin geçmiş olması. 200 yıl dendiğine göre Başbakan, Cumhuriyet döneminden de önce Osmanlı'nın modernleşme dönemlerinden itibaren başlayan bir Batılılaşma olgusunun milleti ifade etmediğini ima ettiğini düşünüyorum. Artık milletin söylemek istediğini kimseye beğendirmesine gerek olmadan rahatlıkla ifade edebileceği de vurguladıkları arasında.

Son günlerin bir diğer önemli konusu da Erdoğan Arınç ters düşme krizi idi. Başbakan Erdoğan Finlandiya açıklamasında kendisinden farklı bir görüş belirten ve dikkatle izlenen Bülent Arınç kırgınlığı meselesi. Başbakan bu konuda da kendi tarafından, aramızda elbette farklı düşündüğümüz olur dava arkadaşlarımızla biz kendi aramızda hallederiz, sözleri ile noktayı koydu. Arınç'ın noktayı koyup koymadığını zamanla göreceğiz.

Yazımın başlığı olan AKP nereye gidiyor sorusunun cevabına gelince. Şimdiye kadar değindiğim kısa açıklamaların ardından kendimce yanıtını vermeye çalışayım. Son dönemdeki siyasete bakıldığında AKP merkezden uzaklaşıp daha sağa doğru gidiyor. AKP ye oy vermeyen ülkenin yarısı bu gidişattan kaygılı. Arınç'ın kırgınlığı bir fırsata çevrilemedi. Partide bir muhalif ses çıkmayışı parti içinde herkesin kenetlendiğinden ziyade bir baskı olduğu şeklinde dışarıya yansıyor. Bu merkezden uzaklaşmanın ve gençleri meşru gençler gayri meşru gençler şeklinde ayırmanın da besleyeceği AKP karşıtlığı AKP nin oylarına yansıyacaktır. Sözün ötesinde bu sonuçlarının toplumun genelinde neye tekabül edeceğini yakın zamanda halkın sandıktaki iradesi gösterecek. Yerel seçimlere 5 ay kaldı. Kişisel öngörüm ve çevremdeki gözlemlerim AKP'nin oylarını kaybediyor olduğu yönünde.
12.11.2013

9 Kasım 2013 Cumartesi

DENİZE ATILAN ŞİŞE

Yazmak benim için tek taraflı bir eylem gibi görünse de derininde öyle olmadığını itiraf etmeliyim. Yaşayarak öğrendiklerimi, fark ettiklerimi, duygularımı, coşkularımı, hüzünlerimi, sitemlerimi, umutlarımı sadece kendime saklarsam bir yanı eksik kalır diye düşünürüm. Bir kağıda yazı yazıp şişeye koymak ve mantarını tıkayıp akıntıya salmak gibi. Saldığım şişeyi bir bulan olmasını ve içinde yazılanların onda bir etki yaratmasını umuyorum yazarken.

Kelebeğin Kalbi - 10 Kasım 2013

BİR 10 KASIM SABAHI


Bu güzel ülkede; biz kadınlar; erkek kız ayrımı olmadan okullarımıza gidebildik, oy kullandık, seçme değil sadece seçilme hakkımız da oldu, mal mülk edinme hakkımız,  sahip olduklarımız üzerinde ehliyet hakkımız da oldu araba kullanıp ehliyet de aldık.

Evlenip evlenmemeye, birine gönül verip vermeye, çocuk yapıp yapmamaya kendimiz karar verebildik, çocuklarımıza adlarını verebildik, çalışıp ekmeğimizi kendimiz kazanabildik, çalışmasak bile hayatımız hakkında söz söyleyebildik, çalışma hayatına katılabildik, iş hayatında bir üst kademelere gelme fırsatı da bulduk.

Hukuk'un karşısında kadın - erkek ayrımı olmaksızın eşit haklara sahip olduk, Hakim de olduk hakem de.  Bizi gözeten kurumların altında güvende yaşadık. Başımızı açmak yada açmamak bizim vicdanımızın meselesi oldu. Sahip olup da üzerinde pek de düşünmediğimiz daha pek çok nimetlerle doğduk. En önemlisi Hür doğduk, hür yaşadık.

Kafandaki Türkiye modeli; modern Batı medeniyetlerinin bizim değerlerimize uyarlanan aydınlık bir şekliydi. Kılık kıyafetlerimizle, yaşam şekli ve kurumlarımız ile Batı Medeniyetlerinin deneyimlerinin ve cumhuriyetin bize yakışacağını başından beri biliyordun. Zorlukları olacağını da. Kaptanlığında, onları yanlış yöne götürmeyeceğine inanmış sadık Türk Halkı ile yeni cumhuriyet devletinin rotasını Batı'ya doğru çevirdin.

Bir Türk kadını olarak, gidişinin 75. yılında sana şükranlarımı sunuyorum. Annem her 10 Kasım'da ihmal etmeden seni anmaya törene giderdi. Annem artık hayatta değil ama şimdi ben gidiyorum yarın da çocuklarım. Bize verdiklerini unuttuğumuz gün onları kaybettiğimiz gündür. Türk halkı seni seviyor ama biz kadınlar daha başka seviyoruz.

Teşekkürler Ata'm.
Kelebeğin Kalbi 10 Kasım 2013

26 Ekim 2013 Cumartesi

BAYRAM SABAHI

Sabah uyandığımda ortalık aydınlanmış ama güneş henüz doğmamıştı. Mevsimlerden Ege'de sonbahar. Günlerden Bayram. Ama içimdeki bir bayram sevinci değil.  Bilakis hüzünlüyüm.  Beni bir çağıran varmışçasına bilinçsizce yürümek istedim denize doğru. Evden çıktım oyalanmadan. Hafif bir sabah serinliği ve mis gibi çiçek kokuları arasından yürüyerek kumsala indim.
Annemin ölümünün ardından kaçıncı bayram oldu bu saymadım. Pudra gibi kokusunu koklamayalı, yumuşacık sesiyle adımı söyleyişini duymayalı mevsimler oldu. Onu her gün özlüyorum ama bayramlarda diğer günlerden daha fazla. Bayram sabahlarında ciğer kavurması ve öğle yemeğinde etli nohut, yaprak sarması eksik olmayan sofralar kurmasını unutabilir miyim? O'na benim aksime bayramları o kadar sevmesinin nedenini sormak hiç aklıma gelmedi. Belki de çocukluğunda sevmişti bayramları. Çocukken bayramı seven hep seviyor belki de. Eğer öyleyse bayramlarda çocukları mutlu etmek önemli.
Deniz kenarında bir kaç sokak köpeği oynaşıyor, birbirlerini kovalıyorlar. Az önce onlardan olmayan bir köpek yaklaştı. İlk fark eden, oynamayı kesip havlamaya başladığında diğerleri de onu izlediler. Köpekler kendi alanlarını çok sahipleniyorlar. Diğerlerini o alandan uzak tutmak uğruna yaralanmayı dahi göze aldıklarını kaç kez gözledim.
Kuşlar uçuşuyor köpeklerin üzerinde. Kanatlarını üşenmeden çırpıyorlar.  Güneş doğuyor yine. Bayramı aydınlatacak bugün. Her gün bıkmadan doğuyor.
Dalgalar yavaş yavaş kıyıyı yalıyor. Köpük köpük. Dalgalar ayaklarıma dokunmak ister gibi bana sokuluyorken kaçmıyorum. Ve dalgalar gidip gelmekten yorulmuyorlar.
Köpekler uzaklaştı şimdi sahil daha sessiz. Bir başımayım diye hissetmiyorum. Kuşlar kanat çırpıyor, güneş ısıtıyor, dalgalar bana dokunuyor. Vazgeçmiyorlar. Çabalarında bir davet var.
Annesiz bayramların hüznü çekiyor ayaklarımdan ve uzakta bana atan kalpler özlemle yakıyor içimi. Ama. Gök kubbede pes etmeyen güneş, çırpılmaktan yorulmayan kanatlar ve denizde köpük köpük vaz geçmeyen dalgalardan bana davet var. Haydi karşı durma sen de katıl aramıza.
Ve güneş ve kanatlar ve dalgalar ve ben hep bir olduk bu bayram sabahında. Şimdi eve dönmek gerek bir sıcak ekmek alıp sonra da daha fazla olmak. Çiçekleri de davet etmek gerek Bayrama. Ama ne yapıp edip çocukları davet etmeli Bayram'a. Çocukları davet etmeli ki bıkmadan bayramları sevenler eksilmesin. Bayramları sevenler eksilmesin ki hüzünler değil umutlar tutsun elimizden.
 
Kelebeğin Kalbi - 15.10.2013