1 Şubat 2014 Cumartesi

Julianne Moore ve Turizm Sorunsalı

 
 
 
Turizm ve Kültür Bakanı Ömer Çelik geçen günlerde "Türkiye'nin tanıtımı için bir Hoollywood yıldızı ile anlaştık" dedi. Tanıtım yüzü Dünyaca ünlü İngiliz asıllı aktrist Julianne Moore olacakmış. Tanıtım filmi çekimlerinin son bölümünün halen Los Angeles'ta yapılmakta olduğu ve çok kısa bir süre içerisinde tamamlanacağını belirtiliyor.
Julianne Moore’un Türkiye’nin tanıtım yüzü olmasına şahsen bir anlam veremedim.  Bir eşleştirme yaratııp Julianne Moore deyince Türkiye akla gelecek ise onu görüp Türkiye’ye gelen hayal kırıklığı yaşayacak demektir. Kaç tane kızıl saçlıyız biz? En dar açıdan bakıldığında Türk’e de benzemiyor. Kızıl saçlı mavi gözlü tipik bir İngiliz.
Anadolu Kadını deyine benim aklıma ressamımız  Nuri İyem'in resimlerindeki kadın tiplemesi (blog resmindeki) geliyor. Anadolu kadını denildiğinde akla kara kaşlı, kocaman kara gözlü, ince belli, basenlerine doğru biraz dolgun, pembe yanaklı bir kadın tipi geliyor. Sadece şaka yapıyorum. Türk kadınını çağrıştırdığından değil elbette, bilindik bir yüzün tanıtımda daha etkili olacağını düşündükleri belli.
Ama mesele ülkece epey bir kafamızı yordu. MHP’li Genel Başkan Yardımcısı Ruhsar Demirel’den de Mecliste konuya başka açıdan bir serzeniş geldi.
“Bu tür isimlerle, bu tür kadınların bedeni üzerinden Türkiye’yi tanıtmak size ne kadar akılcı geliyor? Bir kadın olarak, Türkiye tanıtımında bir Hollywood yıldızına avuç dolusu paralar verilip, Türkiye’yi sanki 19’uncu yüzyılda tanıtıyormuşuz gibi böyle bir figür üzerinden tanıtmayı nasıl buluyorsunuz?” diye sormuş.
Tanıtımda Moore’u görüp “Haydi Türkiye’ye gidelim biz” diyen olacak mıdır? Moore’un seçilme nedeni bilinilirliğine rağmen epeydir film çevirmeyen bir aktrist oluşundan mıdır? Mesela neden Julia Roberts değil? Bu tanıtım filmleri işe yarar mı? Tanıtım filmi kaça mal olmuştur? Akla birçok soru geliyor. Ama asıl olan bir şey var ki; bir ülkeye turist çeken en başlıca unsur güvenliktir. Doğal ve tarihi güzelliklerimizi zaten söylemeye gerek yok. Birleşmiş Milletler Dünya Turizm Organizasyonu (UN-WTO) verilerine göre dünyanın en çok ziyaret edilen ülkeleri şöyle:
 
 
 
Türkiye Turizm verileri : (Tabloyu UNWTO verilerinden derledim)
 
 
Tabloda görüldüğü gibi ülkemizi ziyaret eden turist sayısı giderek artmakta iken turizmin reel getirisi aynı derecede artmıyor. 
Turizm yatırımları artıyor, mantar gibi oteller açılıyor Ancak pastadan yatırımcıya düşen pay ve ülkeye gelen yabancıların harcama tutarları açısından bakıldığında o kadar da iyi bir yerde değiliz. Otellerdeki “All Inclusive” “Herşey Dahil” sistemi turizmcinin diğer sektörlerde olmadığı kadar maliyet muhasebesi konusunda uzmanlaşmasına neden oluyor. Bence kaliteyi de karlılığı da azaltıyor. Konuk sayısı artıyorsa da  getiri aynı oranda artmıyor.
Sürdürülebilirlik kavramı önemli. Bu da ülkeye gelen misafirlerin tekrar gelmelerini ve Türkiye seyahatlerini çevrelerine önermelerini sağlamakla mümkün.
Ziyaret edilen ülke sıralamasında dünya 6.ncısıyız. Bir turizm ülkesi sayılan ülkemizde turizmin, sadece yatırımcıların gayretleriyle olmayacağını bilmek lazım. Havaalanından konaklayacağı tesise götüren sürücü, hastalandığında başına gelenler, gittiği şehrin belediyecilik hizmetleri, tükettiği yiyeceklerin yada aldığı bir hediyenin kalitesi, girdiği bir dükkanda yerli alıcı ile yabancı turiste farklı fiyatlar teklif edilmesi… Say say bitmez. Turizmde gerçek başarı, turistin havaalanına gelişinden, ülkeden ayrılışına kadar geçen bütün yaşaığı deneyimleri, iletişimlerini mutluluğa dönüştürebilmekle mmkün. Bu da herkesi kapsayacak bir bilinç düzeyine ulaşılması ile olacaktır. Sadece turizm sektörü çalışanını değil herkesi kapsayan bir bilinç.  
O bilinç ne kadar var? Sarah Siera cinayeti, tecavüze uğrayan Japon turistler, gelinlikli bisikletinin başına gelenler, yılbaşı kutlamalarında yaşanan sokak tacizleri benzeri çirkin ve acı olaylar Türkiye’nin tanıtımına yapacağını yapmaktadır. Türkiye’ye turist olarak gelmiş, bir ilaç firmasında üst düzey yöneticilik yapan bir İspanyol bayan ile tanışmıştım. Kuşadası’nda sokakta kendisine el ile sarkıntılık yapıldığını anlattığında ciddi şekilde utanmıştım. Bir daha Türkiye’ye geldi mi, bir bayana önerdi mi? Bilmiyorum.
Turizm ülkesi olmak sadece şık tesisler inşa etmek ile bitmiyor. İşin gerek kültürel, gerek ekonomik, gerekse siyasal bir çok boyutu var. Dibimizdeki savaş nedeniyle güvenlik kaygıları, yabancılara bakış açımız,  ülkenin muhalif seslere yaklaşım biçimi gibi bir çok unsur dışarda olumsuz intiba uyandırabilmekte.
Umarız ki Lulianne Moore turizm sektörüne hayırlı olur ama bu iş bir reklamla olacak bir iş değil. Ne yazık ki genel bir bilinç ve sahiplenme olmadığı sürece ülkeye gelen gidenler olacak ancak birçok avantajlarımız olduğu halde ulaşabileceğimiz en iyi yere gelemeyeceğiz. 
 
Aslında çok da zor değil. Turizmin başarısı;  bir insan bir başka ülkeye neden gider? sorusunun cevabında yatıyor.
"Geriye dönüp hatırlanacak mutlu anlar yaşamak" 











23 Kasım 2013 Cumartesi

DERSHANELER KAPATILIYOR MU?

 
Geçtiğimiz haftanın en öne çıkan gündem maddesi kuşkusuz dershaneler konusu oldu. O kadar çok yorum yapıldı, yazıldı, konuşuldu ki. Diğerlerini bir kenara bırakıp konunun birinci mağduru durumunda görülen Fetullah Gülen ne demişti hatırlayarak yazımıza başlayalım;
 
"Günümüzde rüzgarlar biraz muhalif esiyor" "Siz doğru yolda yürüdüğünüz halde bir kısım her şeyi kendine, benliğine bağlamış, dünyevi çıkarlara bağlamış, şöyle böyle dünyadan değişik şeyler kotarmaya bağlamış insanlar sizin aleyhinizdeyse şayet hangi zihniyette hangi düşüncede olursa olsun isabetli bir yolda yürüyorsunuz demektir. Firavun aleyhinizdeyse doğru yolda yürüyorsunuz demektir, Karun aleyhinizdeyse isabetli bir yolda yürüyorsunuz demektir. Samiri ve Karun ikisi de İsrailoğulları'ndandı. Samiri de aleyhinizdeyse isabetli bir yolda yürüyorsunuz demektir." Söylemlerinde bu dönem boyunca "sabır" telkin etmek de vardı.
 
Bugün sosyal medyada sabırlı ve hak arayışı dilinde bir çok paylaşımlar gördük. Bunlardan biri de  hastagı idi. Cemaate yakın kişiler gibi cemaatle alakası olmayan kişiler de başlık altında paylaşımlarda bulundular. Gerek cemaat medyası gerek sosyal medyada hükümetin dershane uygulamasına aleyhte ciddi bir karşı propaganda gün itibariyle sürmekte. Eğitime destek veren her eylemin yanında olmalı. Bugün AKP cemaat ters düşer yarın uzlaşır ayrı mesele. Sadece tek bir doğru vardır. O da demokratik bir ülkeden bahsediyor isek (ki ne tarafta yer alırsa alsın aksini söyleyeni duyamazsınız, memlekette herkes demokrat) teşebbüs hürriyetine ket vurarak demokrasiden bahsedemezsiniz. Tarafların fikrini almadan oturmuş yerleşmiş kurumları yerle bir edemezsiniz. Edersiniz etmesine ama kamuoyunun vicdanı sızlar. Dershaneler cemaate farklı şekilde hizmet ediyor olabilir. Bu doğrultuda bazı kesimler sırf cemaat en çok ses veriyor diye sessiz kalmakta. Haksızlığın kime yapıldığının önemi yoktur. Yanlış olup olmamasının önemi vardır. Bir gencin bile eğitimine katkı veriyor, yolunu aydınlatıyorsa o yolu karartmak insafsızlıktır. Dershaneler yoluyla çok başarılı gençlerin yurtdışına burslu gönderildiklerine şahit oldum. Dershanelerin sınavlarında dereceye girenleri ücret almadan kaydetmesi bile bir katkıdır.
 
Eğitim sistemimiz ne yazık ki etkin ve tıkır tıkır işleyen bir seviyeye gelememiştir. Bu kadar sıkıntının dile geliyor olması, sistemin hastalıkları olduğu ve tedavisinin yapılamadığı yada yanlış tedavilerle iyice içinden çıkmaz hale geldiğinin göstergesidir. Öğretmenlerin atanamaması, öğrencilerin sınavdan sınava yarış atı gibi koşturulmaları, öğretmenlerin gelişim ve performanslarının kendi insaflarına kalabildiği, bir yabancı dili akıcı şekilde konuşamadan üniversite mezunu olunan bir ülkeden bahsediyoruz. Daha fazlasını da sayabileceğimiz aksaklıkları göz ardı edip eğitim sisteminin sancısı, (günah keçisi gibi) dershanelerdir demek gerçekçi bir yaklaşım olmaz.
 
Diğer yandan dershanelerden vergi alınmaktadır. Gerek dershane yönetimi, gerek eğitmenler gerekse öğrenciler vergi ödemektedir. Dershaneler okulda bir nedenle başarı düzeyi geri kalmış öğrencinin telafi sistemidir. Dershaneler 35-40 kişilik sınıflarda eğitim gören çocuk ve gençlerin daha daraltılmış sınıflarda eğitim teknikleri gelişmiş uzmanlarca desteklenmesini de sağlar. Dershaneler eğitim rehberliği de vermekle çocuğun/gencin eğitim kariyerlerini planlamalarında rol oynamaktadır.
Dershaneleri kapatmak o boşluk kapanmadığı sürece başka akış yolları bulup kontrol dışı şekilde yeni biçimlere yol açabilir. Boşluklar bir şekilde dolar.
 
Peki dershane sistemi kusursuz mu? Elbette değil. Ciddi denetimler yapılmalı. Gerek fiziki şartları, gerek eğitimin akreditasyonu, gerek müfredatı, gerek liyakatı ile ilgili düzenlemeler yapılmalı. Ama dershaneleri kapatmak mevcut sistemde faydadan çok zarar getirecektir. O zarar da en çok orta gelirli ailelerin çocuk ve gençlerine dokunacaktır.  
 
Başbakan Erdoğan bu konuda çok kararlı konuştu. Ancak (yılların siyasetçisi değiliz belki ama) biraz kafa yorup dışardan bakıp parçaları birleştirdiğimizde, Cemaatin AKP'nin bir hassasiyetine dokunduğu ve dershane konusunun buna karşı bir hamle olabileceği akla geliyor. Bu argüman doğru ise doğal sonucu olarak dershane konusu rafa kalkacak, sessizce kapanacaktır. Diğer taraftan MEB'nın bu konuda çok fazla öne çıkmaması teknik gerekçeler sunmaması da bu argümanı destekliyor düşüncesindeyim. Aynı doğrultuda eğer cemaatin yumuşak karnı dershaneler değil de pastaneler olsaydı bu hafta herkes pastaneleri konuşmuş olabilirdi.
 
Diğer seçenek AKP'nin tarafları üzerinde bir uzlaşmaya varmaksızın, dershaneleri gerçekten kapatmak istemesi. Seçimler yaklaşırken AKP'nin cemaat desteğini kaybetmeyi göze alması eşyanın tabiatına aykırı gibi geliyor. AKP'nin iktidar bulutlarının arasından bakıp her şeyi ufalmış görmek gibi bir hata yapmayacak kadar organize ve stratejik bir politika izlediğini ve adımlarını atarken ciddi şekilde tartıp biçen bir kadroya sahip olduğunu düşündüğüm için bu seçeneği akla yatkın bulmuyorum. Sonuç olarak dershanelerin kapanması bir müddet sonra gündemden düşüp unutulacak öngörüsü ağır basıyor. İzleyip göreceğiz. Dilerim ki bu tartışmalar bir uzlaşıya bağlanır ve kazanan memleketimiz olur.
 

AHMET KAYA KAYALARA NE ÇİZDİ?

Son günlerin gündemden inmeyen Ahmet Kaya konusunu bir de ben kendi bakış açımdan değerlendirmek istiyorum. Çok yazıldı, çok konuşuldu. Devran döndü, uzaktan bakıldığında kıranlar kırılanlara döndü.

Ahmet Kaya, şu yıl doğdu, burcu şudur, şunlar başına geldi yazacak değilim zaten bilen bilir, keza bilmeyen de öğrendi şu aralar.


Ben ve Ahmet Kaya'nın hayatlarımızın kesiştiği yıl 1980 lerin sonlarıdır. Yanlış anlamayın "Orda değildim", hayatımın akışında bu kadar yer almış olan o adamla tanışamadım da. Öğrenciyken hem çalışıp hem okula giderdim. Konserine gitmem mümkün olmadı fiziksel anlamda bir yerlerde de karşılaşmadık. Ama onunla şarkıları aracılığıyla tanıştım.

Fakülte yıllarımda Ahmet Kaya'yı bilmeyen, dinlemeyen cahil sayılırdı desem abartmış olmam. Hepimiz Ahmet Kaya dinlerdik. Kürt olmaya da gerek yoktu. Kürtlük kimliğinden ziyade 12 Eylül baskısının karşısında duran, o günkü düzene karşı çıkan bir adam olduğu algısı baskındı. 12 Eylül beraberinde neler getirdi ve neler götürdü? O başka bir yazının konusu. O'nu da yazarım kendi gözümden gördüklerimle.

12 yaşımdan beri saz çalarım. Yani Ahmet Kaya'nın babası gibi babamın da bir gün saz alıp eve geldiğinden beri. Sazla arkadaşlığım çocuk yaşta böylece başlamıştır. İlk gençlik yıllarımda sazımla Ahmet Kaya'nın "Acılara Tutunmak" şarkısını çalmayı çok severdim. "Metrisin Önü"de sevdiğim bir diğer şarkısı. "Arka Mahalle" unutursam bana gücenir. "Şafak Türküsü" en bilinen şarkılarından olmasına rağmen favorilerimden biri değildir.

1989 yerel seçimleriydi yanılmıyorsam; "Yorgun Demokrat" şarkısı DSP'nin seçim şarkısıydı. Seçim kampanya araçlarının hoparlörlerinden dinlediğimi çok iyi hatırlarım;

"Bu yolda dönenler oldu, mum gibi sönenler oldu.
Yar göğsüne baş koymadan vurulup düşenler oldu.

Bir sen kaldın geride ah akıp gidiyor hayat
Yüreğim anlıyor seni artık susma yorgun demokrat."


Aslında açık açık afişe etmeseler de milliyetçi cepheden de Ahmet Kaya şarkılarını dinleyen hatta sözlerini ezbere bilen arkadaşlarım vardı. Yok derlerse Başbakan'dan esinlenip ben de "Ulan dinliyordunuz" demezdim ama bıyıklı olsam bıyık altından gülümserdim. Ahmet Kaya'nın sesi ve yorumu kendine hastır. Eskilerin nev-i şahsına münhasır dedikleri cinsten. Kendine has oluşunun altında hissedişi, içtenliği olsa gerek. Şarkılarından bize ulaşan; acısını, isyanını, hüznünü sevmek gayet doğal.  Ana dili başka da olsa bu toprakların türküsünü söylüyordu. (Bu topraklarımın türküsü söylemi hakkında başka bir zaman bir hikayemi anlatacağım.)

Ahmet Kaya'nın hayatındaki belki de en önemli dönemeç Şubat 1999'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin ödül töreninde gerçekleşti. Bu arada 2013 yılındaki diğer bir dönüm noktası da Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünün müzik alanında Ahmet Kaya'ya verilmesi oldu. İşte geçtiğimiz günler boyunca bu dönüm noktalarını konuştuk durduk. Daha da çokça 1999'u. O törende bulunanlar şu günlerde hedef oluverdiler. O denli ki keşke gitmez olsaydık diyenleri bile olmuştur. Başbakan Erdoğan, oraya gidip de Ahmet Kaya'yı protesto edenleri geçen Salı günü grup toplantısında köşeye yatırdı. Haklı aslında ama Başbakan yüksek bir makamdan söyleyince uykusu kaçanları bile olmuştur. Ahmet Kaya'nın kaç geceler uykusunun kaçtığını tahmin etmek zor olmasa gerek.

İşin garibi oradakilerin çoğu politika siyaset dışında kimseler. Muazzez Ersoy örneğin, o dönemler sıklıkla Polis Gecelerinde şarkı söylemesi dışında Devletle siyasetle mesafeli olduğunu şarkıları ile anılmayı yeğlediğini biliriz. Serdar Ortaç ağzı laf yapan biridir ama o gecenin öncesinde siyasi bir duruşunu gördüğümü hatırlamıyorum. Sahnede değil de salonun bir yerlerinde gördüğüm Savaş Ay ve sahnede "Memleketim" söyleten Reha Muhtar hariç pek siyasete dair laf söylemiş kişiler yok orada. Mahsun Kırmızıgül "Güneşi Gördüm" filmi ile çok can alıcı bir konuyu ele almış Kürt geleneklerine aile yapısını ve Avrupa'ya göçlerini işlemiştir. Ama sahneye çıkıp savunacak denli bir siyasi duruşunu varsa da bilmiyorum Savaş Ay, Ahmet Kaya'nın yanında duruyor. Söylenenlere göre Mehmet Aslantuğ, Kadir İnanır gibi bazı isimler Kaya'nın zarar görmesine engel olmaya çalışmışlar. Garsonun biri gazete gibi bir şeyle Kaya'yı kaşık çataldan korumaya çalışıyor. Ahmet Kaya'yı korumaya çalışanlar da var ama açık seçik bir şey var ki, kalabalık galeyana gelmiş Ahmet Kaya'yı orada istemiyorlar.

Kitle genel olarak 12 Eylül'ün depolitize ettiği yığınların bir numunesi gibi aslında. Yaşananlarda o günün popülaritesi olan bir zihniyet hakim. Serdar Ortaç bu konuda haklı, o günler Kürtçe şarkı söylemek konusu bir tabuydu. "Kürtçe merhaba bile denemezdi" diyor. O yıllarda bir Onuncu Yıl Marşı söyleme harekatı yaygındı. Kenan Doğulu Marşı albümüne durduk yere koymadığı gibi Serdar Ortaç da durduk yere bir anda icat edip de söylemedi elbette. O günün değerleri ve çoğunluğun söylemi böyleydi. Ve medyanın güçlü sesiyle de desteklenmekteydi. O günün gerçeğini göz ardı edemeyiz.

Kıyılarda yürümeyi sevmeyenler için ortalarda yer almak herkesin yaptığını yapıp, herkesin söylediğini söylemek güvenli bir yoldur. Bugün "Beraber yürüdük biz bu yollarda söylemek" nasıl masumsa o zaman da "Memleketim" söylemek masum bir şeydir. Reha Muhtar'ın keskin zekasıyla 10.Yıl Marşını değil de "Memleketim" şarkısını sahiplenmesi bundan olsa gerek. Basından takip ettiğim kadarıyla "Ben ortamı yumuşatmak için "Memleketim" şarkısını söylettim" demiş. Oysa 10. Yıl Marşı da bizim topraklarımızın gerçeği. Yeni devletin ilk on yılının icraatlarını içeren bir marş. O dönemlerde Marş söylemek pek çok ülkede de olağan bir şeydir. Yani kabahat marşın kabahati değil. Şimdi bir de marşa cephe almamalı. Yaşanmaması için yaşananlardan ders almak gerek.

Bir blog yazarı yazmış "1999 Ahmet Kaya hain ilan ediliyor, 2013 Kahraman". Bana kalırsa Ahmet Kaya ne hain ne kahraman. Ülkenin tarihi ile paralel göz önünde bir hayat yaşayan içimizden bir adamdı. Çok renkli Anadolu kilimi gibi memleketimizin bir rengiydi O da. Ülkelerin kaderi insanların yaşamlarını şekillendirmiyor mu? Farkı şarkıları ile yaşadığı dönemin duygularını kayalara çizdi. İnsan, yaşamanın, karnını doyurmanın dışında bir ses vermek, varlığını evrene duyurmak da ister. Bazılarında bu yön daha baskındır. İz bırakmak arzusu, yeni bir şey de değildir; aksi halde mağaralarda kayalara resim çizen adamlardan o günlere dair şeyleri öğrenememiş olurduk.

Ülkesinin çelişkilerine duyarsız kalmayan, halkının sesine kulak veren ve acılara aracılık eden bir şarkıcıydı. Şarkılarını söyledi, yokluğu ve zenginliği yaşadı. Şöhreti de yalnızlığı da. Sevgiyi ve nefreti de. Ölümü ülkesinden uzaklarda oldu. Bu kötü son olmasa Ahmet Kaya bir sembol değil ama tarihin bir dönemini yaşayanlara bir şekilde temas etmiş biri olacak, şarkılarında yine yaşayacaktı. Şimdi tarih; değişemeyecek şekilde, kayalara başka bir resim daha çizdi. Öfkenin insanların yaşamını nasıl kararttığının resmi bu. Çirkin bir resim. O resmin Sivas ta daha yakıcı olanını da görmedik mi?

Biri suçlu biri haklı diye bir şey yok belki de. Çok yönlü bakmak lazım. Ama kesinlikle genel geçer evrensel akıl ve vicdan vardır. Bir adam o sahnede salonda tek başına ve inandığı, hayatını adadığı bir fikri savunuyor. Kimseye şiddet uygulamıyor, hakaret etmiyor. Kürt olarak doğmuş. Bir insanın her şeyini değiştirebilirsiniz belki ama ne olarak doğduğunu değiştirebilir misiniz? 12 Eylül sonrası bir çok zulüm gören olduğu gibi o da kimliği ile o günün güçlerince düşman taraf olarak sayıldı. "Ben buyum niye düşman olayım, bir durun dinleyin" dediğinde ne söylediğine değil kafalara yer eden bazı sembollerle yargılandı.

Kendimizi o sahnede, salonda Ahmet Kaya'nın yerinde bulsak belki anlayabiliriz. Ben Ahmet Kaya'yı o günde bugünde anlıyorum. Orada Memleketim yada 10.Yıl Marşı söylemenin psikolojisini de anlıyorum. Ancak kaşık çatal atanların "sen yoksun" diyenlerin davranışını insanlıkla bağdaştıramıyor ve yapanlara göz yumanlara da acıyorum.

Şimdi ne oldu biz kayalara yazılan resimlerden bir şey öğrendik mi? Şimdi de Serdar Ortaç'a şişe atanlar dönemindeyiz. Orda çatal kaşık atmakla burada şişe atmak aynı şeydir. Özünde kalabalığın gücünü arkadan esen rüzgar gibi alıp, kendi gibi olmayıp kendi gibi düşünene, kendinden farklı olana saldırmak. En kadar kolay olandır. Kalabalık onaylıyorsa hata yoktur diyebilir miyiz? Hangi taraf yapmış hangi tarihte yapmış kalabalık mıymış bunlar gerçeği değiştirmeyecektir.

Sonuç olarak benim bu resimlerden gördüğüm şey, aydın, öncü, lider vb sıfatlarla toplumun önünden gidenler sağ duyulu ve barışçı olmalı. Kendileri asla çatal şişe atmazlarsa da etkiledikleri kitleler gün olur çatal atar, gün olur şişe, gün olur otellere ateş. Memleketin sağında da solunda da olsa önde gidenlerin, siyasetçilerin, akademisyenlerin, medyanın, okuyup yazanların, kısaca aydınların; sorumlu davranması ve gelecekte kayalara çirkin resimler yerine güzel resimler çizilmesi için gayret sarf etmeleri gerekir.

23.11.2013
Kelebeğin Kalbi


 

 

16 Kasım 2013 Cumartesi

Gitmesen.Gitme Sen. Murat Güloğlu


" Seni bilmediğin dillerde konuşarak seviyorum..."

O bir Haber Spikeri ve Program Sunucusu. "Hiç kimseye eyvallahı olmayan, içi dışı bir, Evinizin Oğlu Murat Güloğlu" olarak tanıttı kendisini bizlere ve çok kısa bir sürede bütün evlerde kabul gördü. Şimdi ona gittiği her yerde "evimizin oğlu" olarak hitap ediliyor. Yaptığı haber programında ortaya koyduğu stil sahibi sunum ve üslubuyla, kısa zamanda ilgi çekti ve televizyon izleyicisine farklı bir alternatif yarattı. O hep farklı olmaya, farklı kalmaya, haberi sevdirmeye devam edecek...

Yaptığı programda sürprizlerle dolu olan Evinizin Oğlu, şimdiyse hiç görmediğiniz bir yönünü sizlerle paylaşıyor... Şiirleriyle... Ekranın dinamik habercisi Murat Güloğlu, elinizde tuttuğunuz bu kitabında yüreğini döktüğü dizelerinde, kalbinize belki de yalnızlığınıza dokunacak.

Bu "Haberci Adamın şiirlerini okudukça, onunla aslında aynı kişi olduğunuzu bir kez daha anlayacaksınız. İyi okumalar.
(Tanıtım Bülteninden alıntı)

Ben de Murat'ı severek takip eden bir ablası olarak kitabın tanıtımına bir katkı verdiysem ne mutlu bana. Televizyon ekranının sıcak, yakışıklı, dinamik, sözünü esirgemeyen bu aydınlık yüzünün, başarıları artarak hep sürsün temennilerimle.

Nesrin Canan - Kasım 2013




14 Kasım 2013 Perşembe

KIDEM TAZMİNATI KALKIYOR MU?

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, gündemdeki Kıdem Tazminatı Kalkıyor mu konusu ile ilgili bir açıklama yaptı. Açıklamasında " Kıdem tazminatını kaldıralım diyen yok. Uygulamadaki sıkıntılara nasıl çözüm buluruz çalışmaları yanlış yönlere çekiliyor" demişti. Halkın gerçek gündeminde ciddi yeri olan bu konuyu kendi bakışımdan bir de ben masaya yatıracağım. Konunun o kadar çok yönü var ki, bir yazıya tüm yönlerini sığdırmanın kolay olamayacağı aşikardır. Elimden geldiğince hem iş gören hem işveren hem devlet yanından bakmaya ve ana başlıklarını dahil etmeye çalışacağım.

Yıllar boyunca, iş hukuku ve işçi işveren ilişkileri üzerinde çalışmış biri olarak mevcut uygulamanın tam bir karmaşa olduğunu söylemek isterim. Bakan Çelik uygulamadaki sıkıntıları dile getirmekte yerden göğe kadar haklı. Yazıyı sonuna kadar okursanız bu düşüncemin gerekçelerini göreceksiniz.

Kıdem tazminatı açısından mevcut duruma baktığımızda, Türkiye’de 4857 sayılı İş Kanunu'na tabi çalışanlar, Basın-İş ve Deniz –İş Kanunlarına tabi olarak çalışanlar var. 457 sayılı devlet memurları kanununa tabi çalışanları yazımın dışında tutuyorum. Zira orada kıdem tazminatı alamama durumu söz konusu değil. Kıdem tazminatı konusunun sorunlu ayağı asıl özel hukuk kapsamına dair çalışanları kapsamaktadır.
Kıdem tazminatı basit bir tarifle; işten çıkarılan çalışanın, işyerinde çalıştığı her tam yıl için 1 brüt ücreti tutarındaki meblağdan damga vergisi kesintisi tutarı (0.00759) düşüldükten sonra kalan net tutar kadar iş görene ödenmesi gereken bir menfaati ifade eder.
Örneğin, aylık brüt ücreti 2.000.-TL olan bir çalışan koşulları sağlıyorsa çalıştığı her tam yıl için  1985.-TL kıdem tazminatı almaya hak kazanır. Tam olarak 5 yıl çalışıldığını var sayalım. İş görenin toplam 9.925.-TL alması gerekir.

Aynı işverende 1 yılını doldurmayan bu tazminatı almayı hak etmez (aynı işverenin farklı işyerinde çalışmak hakkı kaybettirmez) ve 1 yıldan sonraki tam olmayan aylar kıstelyevm usulü ile kısmi şekilde alınır.
Yukarıda belirttiğim "işten çıkarılma" kriterine dikkat çekmek isterim. Kıdem tazminatı hak etmenin ilk koşulu bir kusuru olmaksızın işveren tarafından işten çıkarılmış olmaktır. İstisnai olarak, bazı hallerde iş görenin kendi ayrılması halinde de kıdem tazminatı alma hakkı doğmaktadır. İş görenin;
1- Emekli olmaya hak kazanmış olarak işten ayrılmak istemesi,
2- Evlenen kadının evlilik tarihinden itibaren 1 yıl içerisinde işyerinden ayrılmak istemesi ( evlilik tarihinden kastedilen nikah tarihidir. Düğün tarihi ile nikah tarihi farklı ise, nikah tarihi esas alınır)
3- Askerlik görevi nedeniyle iş görenin işyerinden ayrılması.
4- 15 yılını dolduran 3600 gün prim ödemiş olan iş görenin işten ayrılmak istemesi,
5- İş gören tarafından sağlık ve iş yerinde işin durması gibi haklı sebeplerle ayrılmak istenmesi,
6- Ücretin takip eden ayın 20. gününe kadar mücbir bir neden olmaksızın ödenmemesi.

Bu hususlar kıdem tazminatı uygulamasının abc sidir. Gel gelelim yazılı olmayan o kadar fazla unsur ve aksaklıklar mevcut ki kıdem tazminatı konusu ağrıyan bir diş gibi çözüme kavuşmadan ne iş görenin ne de işverenin rahat uyku uyumasına fırsat vermeyecektir. Biz ağrıyan diş ile bir ağrı kesici alıp bir şekilde hayatı sürdürmeyi denedik. Ancak bu konu iş yaşamında ciddi bir yara haline gelmiştir. İşverenler kıdem tazminatı ödememenin taktiklerini geliştirmede ciddi performans sergilerken çalışan tarafı da aynı şekilde bir bilene sora sora bitap düşmektedir. Bir işe yarayan tarafı herkesi iş mevzuatına yakınlaştıran bir konu olmuştur. Kitaplar okunur, bilenlere sorulur. İş gören ile işveren arasında iş barışını sekteye uğratacak denli yorucu bir konu olup gündemin ortasına oturmuştur.

Ülkemizde ölçeği ne olursa olsun kurumsal nitelikte olan, işlerini yasalara ve emeğe saygılı yürüten işverenlerin olduğu kadar ne yazık ki yükümlülüklerinden kaçınmak için çeşit çeşit yollar deneyen işletmelerin fazlaca olduğu gerçeğini inkar edemeyiz.

Şimdi gelin kıdem tazminatının mevcut halinde karşılaşılan bazı aksaklıkları sıralamaya çalışalım.

1- Alınamayan tazminatlar için açılan davalar yargı sisteminde büyük bir yük oluşturmakta. Konu gereksiz yere, İşçi-İşveren-Yargı üçlüsünü meşgul etmektedir.
2- İşverenlerin mütemadiyen kıdem tazminatı yükünü takip etmesi, özellikle de bir mücbir nedenle toplu çıkış yapılması gereğinde bu yüke hazırlıklı olmayı gerektirmektedir.
3- Bazı işverenler, kıdem yükünden kaçınmak için taşeron çalıştırma örneği gibi muvazaalı yollara yönelmektedir.Sözleşmelerde kıdem yükü taşeron firmaya işin bedeline bir miktar para ilave etmek suretiyle devredilmekte ve bu yolla yükten kaçınmaya çalışılmaktadır. Taşeron çalıştıran şirketler kıdem tazminatı ödememek için 1 yılı doldurmadan iş görenleri yenileri ile değiştirmek yoluna bile baş vurabilmektedirler.
4- Kıdem tazminatını alamayan iş görenlerin başvuruları, Bakanlık müfettişleri ve personelinin de mesailerini artırmaktadır.
5-Çalışan, işten ayrılıp ta ki parası eline geçene kadar bir rahat uyku uyuyamamakta "Alacak mıyım, mahkeme yoluyla mı alırım, hadi alamazsam" kaygılarıyla önünü görememektedir. İşveren eğer bir çalışanı tazminat ödemeden çıkarmış ise bu durum her halükarda duyulmakta ve diğer çalışanları işyerinden soğutmaktadır. Sistem, çalışan ile işvereni bir satranç oyunu içine sokmaktadır.
6- Kimi işverenler ücretleri eksik bildirdiğinden yollar ayrıldığında çalışan eksik ödenen tazminatla ilgili de yasal yollara müracaat edebilmektedir. Başka bir gerçek de iyi niyetli olmayan bazı işverenlerin işten çıkarılanla pazarlık yapıp "Gel 4000 TL ye bağlayalım bu işi" gibi uygulamalara gittiğine de rastlanmaktadır.
7- Daha ziyade ufak ölçekte işletmelerde, işveren tarafının iyi bir planlama yapamaması ve üzerinde olan bu yükümlülüğü ifa etmesi gereken zamanda hazırlıklı olamaması riski de olduğu bir gerçektir.
8- Bazı işverenler, kendi işten çıkarmalarında çalışana  kıdem tazminatı hakkı doğduğundan, iş görene işkence boyutuna varan mobbing uygulamaları sergileyebilmektedirler. Kazanılan ekmek iş görene zehir olmaktadır. Çalışanın, kişiliğine, onuruna farklı yollarla saldırıp, yıldırıp işten ayrılmaya zorlamalar yaşanmaktadır. Ayrıldığı işyerini Bakanlığa şikayet eden yada mahkemeye veren çalışan yargı yoluyla zorlu uğraşlar sonucu alacağını almaktadır. Ancak bir sonraki iş arayışında haklı da olsa "kötü adam" olup referans kontrolünde takılıp kalmakta ve yeni iş bulmakta zorlanmaktadır.

Aksaklıkların hepsini sıralamak burada mümkün olmayabilir. Ancak şunu belirtmek isterim ki; korkulduğunun aksine "kıdem tazminatı fonu" uygulaması bir çözüm olabilir.

İş görenin kazanılmış hakları gözetilerek, kesintilerin mevcut haklar oranında bir birikim yaratması ve getirisinin azalmadan korunması, fonun değerlendirme metodu üzerine çalışılarak fon uygulamasına gidilmesi bir çözüm olabilir.

İşin diğer bir boyutu da işverene çalışan bağlılığı yaratan kıdem tazminatı, eğer kıdem yükünün yönetimi devlete bırakılırsa ortadan kalkacaktır. Bu kısmında benim yorumum işverenlerin çalışanlarını kendinde tutmak için daha etkin başka yollar bulması ile çözülebilir. Bireysel emeklilik, özel sağlık sigortası, ikramiye benzeri bazı ek menfaatler ile en önemlisi çalışanı mutlu etmek kavramı öne çıkarak olumlu sonuçlar doğuracaktır.

Bu arada konu üzerinde çalışılırken üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gereken bir diğer konu da tazminat alma unsurlarının yeniden gözden geçirilmesidir. Askerlik ayrılığında olduğu gibi bebeği olduğu için işten ayrılan, ailesinde bir hastaya bakmak için işten ayrılan vb genel kabul gören bir zorunluk sonucu işten ayrılanların da kapsama eklenmesi olumlu olacaktır.

Sonuç olarak kıdem tazminatı kalkmamalı. Bakan Çelik'in dediğine göre kalkmıyor da. Ancak kesinlikle yeniden düzenlenmeli. Şu anki hali ile ağrıyan bir diş gibi zonklamaktadır.



13 Kasım 2013 Çarşamba

Habertürk TV Prime Time'da Balçiçek İlter mi Didem Arslan Yılmaz mı?

Habertürk TV prime time kuşağını bu yayın döneminde Balçiçek İlter'e emanet etmişti. İlter'in sunduğu "Söz Sende" bir süredir hafta içi 4 gün boyunca kanalın akşam kuşağında yer aldı.

11 Kasım 2013 Pazartesi İlter twitter hesabından eski saatine geri döndüğünü duyurdu.

@Balciceki Eski saatime “büyük mutlulukla”dönüyorum… :) #sözsende pazartesinden itibaren haftanın beş günü saat 17.05′te @HaberturkTV de, beklerim:)

Çok isabet olmuş. Balçiçek İlter'in gazeteciliğine lafımız yok, birebir konukları ile de sohbetlerini keyifle izliyoruz. Ancak Didem Arslan Yılmaz'ın modere ettiği Türkiye'nin Nabzı prime time kuşağı ile daha fazla örtüşüyor. Yılmaz gayet başarılı.

İzleyici olarak bu yeni durumun gayet rasyonel olduğunu düşünüyorum. Demek ki onlar da görmüş olmalı ki İlter ile olmuyor. Birden fazla konuğu olan tartışma programı tarzı yönetimde İlter'i başarılı bulmuyorum. "Bu sizi mutsuz mu ediyor" demek ve sağ tarafa gülümsemek dışında bir moderatörlük sergileyemiyor.

Bizde birisi bir alanda başarılı oldu diye her alanda başarı göstereceği düşünülüyor. Oysa herkesin farklı yetkinlikler vardır. Kimi tek başına saatlerce konuşup bıktırmadan dinletebilir, diğeri iyi yazar, diğeri iyi dinler, diğeri iyi savunur, diğeri iyi soru sorar, diğeri iyi yönetir.

Bir yanlış karardan dönmeleri isabetli olmuş.

Medya Karnesi. Kasım 2013